Yazlık pastanelerde Cüneyt Arkın ve Bruce Lee filmlerini bahçenin dışından izleyenlerden olduğumuz dönemlerin arkadaşlarıydık biz. Birlikte ağaçlara daldığımız günlerde az dayakta yememiştik, belki şu anda rahmetli olan amcadan. Kimdi bu amca onu da bilmiyorum sadece arkamızdan kovaladığını hatırlıyorum. Niye yaptığını da hatırlamıyorum o kadar ağaçtaki meyvelerin hepsini sanmıyorum ki tüketebilsindi. Aynı çimenlere uzanırdık, ağzımızda bir ot parçası ve bulutlara bakardık. Önümüzden E-5 Haramidere yolu geçerdi. Geçen tırların, otobüslerin hiç birinin tekerlerinin döndüğünü göremez ve dönmediğine inanırdık. Tuzlu leblebi, tuzlu çekirdekli zaman geçirmelerimiz vardı. Konuşmaktan çatlayan çenelerimiz. Günde 5 mahalle maçı yapmalarımız. Sonra büyüdük 14-15’li yaşlarda artık daha az bunları yapar olup, daha çok cam pencere gözler olmuştuk.
Elbette bize bunları yaptıran şey hormonlarımızın değişimiydi. Çünkü birazdan sevme ihtimalimizin olduğu sevgili adayı camdan belki de bize bakacaktı. Sesimiz çatallıydı. Minibüse binerken hızlı boyumuz uzadığından olsa gerek bir çok kafamızı vurup gülüşmelerimizin olması da bundandı sanırım. Neyse ki yüreklerimiz sadeydi. Tek bir kızı severdik. Onun saçma sapan bir resmini elimizde taşır ve onsuz geçiremeyeceğimiz günlerimizin olduğunu düşünürdük. Bakkala gidişini bekleyip arkasından zaten az olan paramızla gofret almaya giderdik. Konuşmak için değil sadece ve sadece görebilmek için.
Değerliydi sevgili, anlamlıydı. Bilirdik o da seviyordu.
Büyüdükçe büyüdük. Artık sevgili kavramı yerini bilmiyorum ne aldı? Ya da eski arkadaşlıklar var mı?
Merak etmeyin ah eski zamane aşıkları ve arkadaşlıkları yapmayacağım. Benim derdim değerle ilgili. Bugün sohbet ettiğim bir arkadaşım; ‘ya bu kızla alakalı ne yapayım?’ diye sorduğunda kafama yediğim yumruğun sarsıntısını anlatamam. Evet artık değerli olmak kavramı bitmişti. Şimdi çokluk vardı ve bu kızı ne yapayım? Çünkü çok fazla seçenek vardı ve bu kız onlardan sadece bir tanesiydi.
Hepimiz çoklarda kaybolmuştuk. Çok fazla sevgili adaylarımız, çok fazla iletişim araçlarımız, çok fazla tükettiğimiz alışkanlıklarımız vardı. Ancak değerli değillerdi.
Ben de ona; ‘Bir insan bir tabak yemekten mi lezzet alır. 20 tabak yemekten mi lezzet alır?’ dedim. O da tabi ki daha az tabaktan diye cevap verdi. İşte dedim sen bunu kaybetmişsin. Çok içerisinde lezzet alamadığın için ben bu kızı ne yapayım? diyorsun. Buna iktisatta marjinal fayda diyorlar. Bir elmanın tadını ilk ısırıkta mı daha çok alırsın yoksa 4 elma yediğinde mi?
Yani seçeneklerimiz arttıkça aslında değerde azalıyor. Fazla olmak fazlalık gelmeye başladı. Çok olması aslında daha az mutluluk getirdi.
Diyeceğim şudur ki, eskiden çok fazla şeyimiz yoktu ancak her yaptığımız şey sade ve lezzetliydi. Değerliydi her şeyden önce.
Şimdi değersiz demek istemiyorum ancak ambalajda satılan ürünler misali oldu. Al aç ambalajını ye ve at çöpe.
Fast Life, Slow life dünyada tartışıladursun.
Asıl olanın her şeyin özünde olduğunu anla be artık insanoğlu.
Niye boşuna çırpınıyorsun?